Sağlıklı
bir insanın günde üç öğün yemek yemesi gerektiği söylenirdi.
Sonra ara öğünlerden, beş, altı, yedi kez yemekten söz edilmeye
başlandı. Bunun gerekli olmadığı, iki kez yemenin daha doğru
olduğu da gündeme geldi. Beslenme uzmanları az ve sık yemenin
modasının çoktan geçtiğini savunuyorlarmış. İki öğünün
sağlıklı beslenme için yararlı olduğu yapılan araştırmalarla
kanıtlanmış.(1)
"Yemek:
Lezzetin Tarihi" kitabının yazarı Paul Freedman Yale
Üniversitesi'nde ortaçağ toplumsal tarihi uzmanıymış. "Günde
üç öğün yemek yemenin biyolojik bir nedeni yok. Ortaçağda
Kuzey Avrupalı bir köylü güne ekmek ya da buğday ile başlarken,
tarladan getirdiği yiyeceklerle öğleden sonra zengin bir yemek
yiyordu. Bu öğünün saati öğleden sonra iki de olabilirdi, akşam
altı da. Beslenmenin koşulları, mevsim ya da başka etmenlere göre
değişebilir" diyormuş. Yalova Üniversitesi öğretim Üyesi
Mesut Başak bilimsel çalışmaların gösterdiği gibi iki öğün
yemenin sağlıklı bir insan için hem yeterli hem de hastalıklara
karşı koruyucu olduğunu söylüyormuş. Ziya Mocan da geç uyanan
insanlar için iki öğünün yetebileceğini, insan midesinin iki
saatte boşaldığını, yemek yedikten dört saat sonra kan
şekerinin yükseldiğini ve karaciğer rezervinin kullanıldığını
söylemiş. (1)
Doğanın
tüm canlılar gibi insana da büyük bir uyum yeteneği verdiğine
kuşku yok. Öyle olmasa bunca kişi yoksulluk sınırının altında,
kimileri açlıkla savaşarak yaşayabilir miydi? Dünyada günde bir
doların altında bir parayla geçinmek zorunda kalan milyonlar
nereden ne kadar geldiği belli olmayan yardımlarla ayakta kalabilir
miydi? Eğlenceleri için on binlerce doları kolayca harcayabilen
zenginler sorunları gerçekten çözmek için adım atmak yerine
sembolik yardımlarla kendilerini rahatlatmanın bir yolunu
bulabilirler miydi?
Değişme
ve gelişme olmadan ayakta kalmak zor. İnsan soğuğa ve sıcağa
alışabiliyor, varlıkta ve yoklukta yaşayabiliyor. Koşullar
iyileşince yumuşuyor, rahatlıyor, kötüleşince sertleşiyor,
öfkeleniyor.
İster
rahat ister zor koşullarda yaşasın, ister sık ister seyrek
öğünlerle beslensin, temel gereksinmelerini karşılayan insanın
en az onlar kadar önemli bir başka arayışı vardır. Yaşamın
sıcaklığını hissettirecek, ona güç verecek, zor anlarında
tutunabileceği bir dal. Bir insanın sıcaklığı. Sevgi.
Peki sevgi, dokunma, sevişme ne kadar gerekir? Sevişmenin de ara öğünleri olmalı mıdır?
Dokunulmadığımız
zaman açlığa alışan midenin büzülüp katlanması gibi tenimiz
de kendini tümüyle kapatır mı? Sevilmediğimizde sevmeyi de
unutup insanlara yabancılaşır, acımasızlaşır mıyız?
Cinselliğimizi birlikte yaşayacak biri olmadığında bunda da
kendi bedenimize hapsolur, patlamaya ya da ağlamaya hazır bir
bombaya mı dönüşürüz?
Anne,
baba, kardeş sevgisiyle başlayıp önce okul sonra iş
arkadaşlarıyla süren ilişkilerimiz yaşama katıldıkça
sıradanlaşır mı? Toplumsal yapının içinde yer alınca
birbirine benzeyen küçüklü büyüklü dişlilerden biri olmak
dışında şansımız yok mu?
Belki
var ama pek fazla değil. Gerçekten istediği gibi yaşayanların
sayısı oldukça az. Okul yılları geride kaldığında istendiği
için yapılan işlerin, birlikte olmaktan hoşlanıldığı için
görüşülen kişilerin sayısı hızla azalıyor. Yaşam zamana
karşı bir yarışa dönüşüyor. Çoğu kez meslek ya da özel
yaşam arasında seçimler yapmak gerekiyor. Dostça bir sohbete,
sıcak bir dokunuşa pek az zaman kalıyor. İnsanlar günlük akışın
içinde kayboluyor. Kim olduklarını, nereye gitmek istediklerini,
sevdiklerini, özlediklerini, umutlarını unutuyorlar. Geriye
yalnızca zorunluluklar kalıyor.
Sevgi
ilk vazgeçilecek güzellik olarak önce ikinci plana, sonra daha
gerilere itiliyor. Sıcak bir söze, anlamlı bir dokunuşa gerek
duyulmuyor. Yaşam görevler ve sorumluluklarla örülmüş bir
zincire dönüşüyor. Bazen koşullar insanı yalnızlaştırıyor,
"Olmayan Sevgilinin Günü" öyküsünde işlemeye
çalıştığım gibi sevebilecek kişiler de bir başına
kalabiliyor. (2)
Boş
durdukça büzülen mide gibi gönlümüzün sevgi torbası da
küçüldükçe küçülüyor. Kimseyi içine almaz oluyor. En
yakınımızdakilere bile yer kalmıyor. İçimiz soğuyor, tenimiz
sertleşiyor. Yaşamdan uzaklaştıkça sevgiden nefret ediyoruz,
Öfkemiz büyüdükçe dolu dolu yaşayanları, sevgiyi tadabilenleri
cezalandırmak bizi rahatlatıyor. Neredeyse tek amacımız bu
oluyor.
Oysa
özgürlüğe ve daha güzel bir dünyaya giderken atılacak ilk adım
başkalarını anlamayı, hoşgörüyü ve sevmeyi öğrenmek değil
midir? Köprüleri yıkmak, anlayışsızlık ve nefret ölüm
getirir. Bunun tersiyse barış ve mutluluk.
İşte
bu yüzden benim önerim günde üç öğün sevgi. Özellikle de
yalnız bazı insanları değil, insanlığı hatta tüm dünyayı
etkileyebilecek kararlar alanların buna çok ihtiyacı var. En az üç
kez sevdikleri birine dokunmaları, onun dokunuşlarını
hissetmeleri, sevdikleri bir kadın, bir erkek, bir kız, bir oğul
olduğunu hatırlamaları, bunun mutluluğunu yaşamaları gerek.
Belki
o zaman kalınlaşmış tenler, nasırlaşmış yürekler yumuşar,
başkalarının da eşleri, çocukları olduğu, büyük acılar
çekildiği hatırlanır. Öfkeyi ve nefreti, kanı ve gözyaşını
bitirmek her şeyden önemli olur.
1.
Esra Tüzün, İki öğün beslenmek ömrümüzü uzatıyor,
http://www.sabah.com.tr/Gunaydin/Saglik/2011/10/12/iki-ogun-beslenmek-omrumuzu-uzatiyor,
2011.
2.
Mehmet Arat, Olmayan Sevgilinin Günü,
http://blog.milliyet.com.tr/olmayan-sevgilinin-gunu/Blog/?BlogNo=348410
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder