18 Eylül 2015 Cuma

Üç Öğün Sevgi


Sağlıklı bir insanın günde üç öğün yemek yemesi gerektiği söylenirdi. Sonra ara öğünlerden, beş, altı, yedi kez yemekten söz edilmeye başlandı. Bunun gerekli olmadığı, iki kez yemenin daha doğru olduğu da gündeme geldi. Beslenme uzmanları az ve sık yemenin modasının çoktan geçtiğini savunuyorlarmış. İki öğünün sağlıklı beslenme için yararlı olduğu yapılan araştırmalarla kanıtlanmış.(1)

"Yemek: Lezzetin Tarihi" kitabının yazarı Paul Freedman Yale Üniversitesi'nde ortaçağ toplumsal tarihi uzmanıymış. "Günde üç öğün yemek yemenin biyolojik bir nedeni yok. Ortaçağda Kuzey Avrupalı bir köylü güne ekmek ya da buğday ile başlarken, tarladan getirdiği yiyeceklerle öğleden sonra zengin bir yemek yiyordu. Bu öğünün saati öğleden sonra iki de olabilirdi, akşam altı da. Beslenmenin koşulları, mevsim ya da başka etmenlere göre değişebilir" diyormuş. Yalova Üniversitesi öğretim Üyesi Mesut Başak bilimsel çalışmaların gösterdiği gibi iki öğün yemenin sağlıklı bir insan için hem yeterli hem de hastalıklara karşı koruyucu olduğunu söylüyormuş. Ziya Mocan da geç uyanan insanlar için iki öğünün yetebileceğini, insan midesinin iki saatte boşaldığını, yemek yedikten dört saat sonra kan şekerinin yükseldiğini ve karaciğer rezervinin kullanıldığını söylemiş. (1)

Doğanın tüm canlılar gibi insana da büyük bir uyum yeteneği verdiğine kuşku yok. Öyle olmasa bunca kişi yoksulluk sınırının altında, kimileri açlıkla savaşarak yaşayabilir miydi? Dünyada günde bir doların altında bir parayla geçinmek zorunda kalan milyonlar nereden ne kadar geldiği belli olmayan yardımlarla ayakta kalabilir miydi? Eğlenceleri için on binlerce doları kolayca harcayabilen zenginler sorunları gerçekten çözmek için adım atmak yerine sembolik yardımlarla kendilerini rahatlatmanın bir yolunu bulabilirler miydi?

Değişme ve gelişme olmadan ayakta kalmak zor. İnsan soğuğa ve sıcağa alışabiliyor, varlıkta ve yoklukta yaşayabiliyor. Koşullar iyileşince yumuşuyor, rahatlıyor, kötüleşince sertleşiyor, öfkeleniyor.

İster rahat ister zor koşullarda yaşasın, ister sık ister seyrek öğünlerle beslensin, temel gereksinmelerini karşılayan insanın en az onlar kadar önemli bir başka arayışı vardır. Yaşamın sıcaklığını hissettirecek, ona güç verecek, zor anlarında tutunabileceği bir dal. Bir insanın sıcaklığı. Sevgi.

Peki sevgi, dokunma, sevişme ne kadar gerekir? Sevişmenin de ara öğünleri olmalı mıdır?

Dokunulmadığımız zaman açlığa alışan midenin büzülüp katlanması gibi tenimiz de kendini tümüyle kapatır mı? Sevilmediğimizde sevmeyi de unutup insanlara yabancılaşır, acımasızlaşır mıyız? Cinselliğimizi birlikte yaşayacak biri olmadığında bunda da kendi bedenimize hapsolur, patlamaya ya da ağlamaya hazır bir bombaya mı dönüşürüz?

Anne, baba, kardeş sevgisiyle başlayıp önce okul sonra iş arkadaşlarıyla süren ilişkilerimiz yaşama katıldıkça sıradanlaşır mı? Toplumsal yapının içinde yer alınca birbirine benzeyen küçüklü büyüklü dişlilerden biri olmak dışında şansımız yok mu?

Belki var ama pek fazla değil. Gerçekten istediği gibi yaşayanların sayısı oldukça az. Okul yılları geride kaldığında istendiği için yapılan işlerin, birlikte olmaktan hoşlanıldığı için görüşülen kişilerin sayısı hızla azalıyor. Yaşam zamana karşı bir yarışa dönüşüyor. Çoğu kez meslek ya da özel yaşam arasında seçimler yapmak gerekiyor. Dostça bir sohbete, sıcak bir dokunuşa pek az zaman kalıyor. İnsanlar günlük akışın içinde kayboluyor. Kim olduklarını, nereye gitmek istediklerini, sevdiklerini, özlediklerini, umutlarını unutuyorlar. Geriye yalnızca zorunluluklar kalıyor.

Sevgi ilk vazgeçilecek güzellik olarak önce ikinci plana, sonra daha gerilere itiliyor. Sıcak bir söze, anlamlı bir dokunuşa gerek duyulmuyor. Yaşam görevler ve sorumluluklarla örülmüş bir zincire dönüşüyor. Bazen koşullar insanı yalnızlaştırıyor, "Olmayan Sevgilinin Günü" öyküsünde işlemeye çalıştığım gibi sevebilecek kişiler de bir başına kalabiliyor. (2)

Boş durdukça büzülen mide gibi gönlümüzün sevgi torbası da küçüldükçe küçülüyor. Kimseyi içine almaz oluyor. En yakınımızdakilere bile yer kalmıyor. İçimiz soğuyor, tenimiz sertleşiyor. Yaşamdan uzaklaştıkça sevgiden nefret ediyoruz, Öfkemiz büyüdükçe dolu dolu yaşayanları, sevgiyi tadabilenleri cezalandırmak bizi rahatlatıyor. Neredeyse tek amacımız bu oluyor.

Oysa özgürlüğe ve daha güzel bir dünyaya giderken atılacak ilk adım başkalarını anlamayı, hoşgörüyü ve sevmeyi öğrenmek değil midir? Köprüleri yıkmak, anlayışsızlık ve nefret ölüm getirir. Bunun tersiyse barış ve mutluluk.

İşte bu yüzden benim önerim günde üç öğün sevgi. Özellikle de yalnız bazı insanları değil, insanlığı hatta tüm dünyayı etkileyebilecek kararlar alanların buna çok ihtiyacı var. En az üç kez sevdikleri birine dokunmaları, onun dokunuşlarını hissetmeleri, sevdikleri bir kadın, bir erkek, bir kız, bir oğul olduğunu hatırlamaları, bunun mutluluğunu yaşamaları gerek.

Belki o zaman kalınlaşmış tenler, nasırlaşmış yürekler yumuşar, başkalarının da eşleri, çocukları olduğu, büyük acılar çekildiği hatırlanır. Öfkeyi ve nefreti, kanı ve gözyaşını bitirmek her şeyden önemli olur.



1. Esra Tüzün, İki öğün beslenmek ömrümüzü uzatıyor, http://www.sabah.com.tr/Gunaydin/Saglik/2011/10/12/iki-ogun-beslenmek-omrumuzu-uzatiyor, 2011.


2. Mehmet Arat, Olmayan Sevgilinin Günü, http://blog.milliyet.com.tr/olmayan-sevgilinin-gunu/Blog/?BlogNo=348410

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder