18 Eylül 2015 Cuma

Çöp Bedende Düş Ölümü


"Tüfek icat oldu, mertlik bozuldu. Bilgisayar yaşamımıza girdi, düşünce emeğinin havası söndü."

Ahmet Bey (1, 2, 3) pencereden dışarı bakıyordu. Komşusunun apartmandan çıkmakta olan oğlunu görmüştü. Yazan'ın başı öne eğilmişti, dünyanın yükü omzunda gibiydi, kamburlaşmış, gözleri kaldırıma yapışmıştı. Üniversiteyi bitirdiğinden beri aylar geçmişti, o hâlâ işsizdi. Ahmet Bey Yazan'ın sıkıntılı yürüyüşüne üzülmüş, bu sözleri mırıldanmıştı. Günümüzün gençleri sanayi devriminden sonra işsiz kalan işçiler gibi sokağa dökülüp bilgisayarlara saldırmasalar da yaşamı kolaylaştıran bilgi teknolojilerinin, bilgiye ulaşmadaki ve paylaşmadaki değişimlerin olumsuz etkilerini de fazlasıyla hissediyorlardı. (4,5)

"Zavallı çocuk. Akıllı, çalışkan, yetenekli, bir türlü yerini bulamadı. Eskiden onlarca kişinin yaptığı işi şimdi tek bilgisayarda halledebiliyorlar. Artık çocukluk düşlerinin gerçekleşmesi ne kadar zor. Onca çabanın sonucunda geldikleri yere, düştükleri duruma bak."

Ahmet Bey bir kağıt aldı. "Düşlerin Ölümü" diye bir başlık attı.

....

"Umutladıklarımızın içimizden silinmesi olarak bakarsak düşlerin ölümü farklı biçimlerde gerçekleşebilir. Bir kadın birlikte olduğu erkeğin gerçek yüzünü gördüğünde tüm beklentileri yok olabilir. Bir toplumcu insanların ekonomik düzenlerinin değişmesinin ne kadar zor olduğunu anlayınca çaresiz kalabilir. Ulusal değerleri bayraklaştırıp yaşamın merkezine oturtan birisi, bunun evrensel amaçlardan sapmaya ne kadar açık olduğunu görünce çaresiz kalabilir. Dinin insanları iyiye ve güzele yöneltmesini bekleyen bir başkası, bunun bile yolsuzluğun ve insanları kullanmanın bir aracına dönüştüğünü görünce şaşkınlıkla donup kalabilir."

Yazdıklarına baktı. Biraz konuyu dağıttığını düşündü. Yine de yazmayı sürdürdü.

"Oysa benim sözünü edeceğim düşlerin ölümü daha yalın ve doğrudan. İletişim teknolojileri geliştikçe bilgisayar ya da küçük taşınabilir cihazların başında zaman tüketirken, yanı başımızdaki gerçek düşlerin güzelliğinden ne kadar uzaklaşmış olduğumuzu anlatacağım. Yitirdiklerimizin bedenimiz, aklımız, umutlarımız için ne kadar gerekli olduğunu göstereceğim."

Durdu. Ne söylemek istediğini biliyor, dile getirmenin yolunu bulamıyordu. Kendini zorladı.

"Geçenlerde gençlerin toplumda istedikleri yere gelmelerinin her geçen gün biraz daha güçleştiğini düşünürken aklıma gelmişti. Bir annenin karnında başlayan yolculuk şanslı olup sokağa düşmeyenler için sıcak ya da soğuk bir yuvada sürüyor. Günün birinde ergenliği geride bırakan ve meslek edinen gencin yuvadan uçan kuş gibi kendine yeni bir yaşam kurması gerekiyor. Ama bu süreç artık hiç kolay değil. Kim olduğuna, ne yapmak istediğine karar vermenin sıkıntıları bir yana, toplumsal ve ekonomik açılardan istenenleri verebilecek herhangi bir meslek edinip iş bulabilmek bile sırat köprüsünden geçmekten farksız oldu. İster girdikleri ilk sınavda, ister üniversite kapısındaki uzun bekleyişlerinde, ister okulu bitirdikten sonra işsiz geçen uzun aylar, hatta yıllarda olsun, bu durumu gören, hisseden, yaşayan gençler büyük bir bunalıma giriyorlar. Yaşam anlamsızlaşıyor, beklentiler siliniyor. Yalnızca umutsuz ve nedensizce katlanılan bir bekleyiş kalıyor. Yetiştikleri ev kalın duvarlı, pencereleri parmaklıklı, kapısı çelik ve ağır bir hapishaneye dönüşüyor. Kendilerini sıkışmış, kaybolmuş, önemsizleşmiş hissediyorlar. Zamanı gelince yuvadan uçup topladığı ince dallar ve yapraklarla kendi evine kavuşan bir kuşun özgürlüğünü yaşayamıyorlar."

Yazan'ın yürüyüşü, karşılaştıkça gözlerinde gördüğü umutsuzluk, içinde biriken sıkıntılarla yaşlanmaya başlayan gencecik bedeni gözlerinin önünde canlanınca onu bir çöp eve benzetti. Birkaç yıl önce karşı apartmandaki kokuyla ortaya çıkan bu acı olaya tanık olmuştu. Üst katta yalnız yaşayan adam dışarıdan gelen ne varsa biriktirip evin çeşitli yerlerine yığdıkça oturduğu yer yaşanılır olmaktan çıkmıştı. Yazan da üzerine yığılmış sıkıntıları atamadıkça içindeki çürüme büyüyordu.

"Çöp beden, çöp ev, çöp yürek. Bir zamanlar insanın peklik sorunuyla yaratamamanın sıkıntısı arasında bir ilişki kurmuş, belki bununla ilgili kısa bir yazı da yazmıştım. Genelde sanatsal yaratım süreciyle doğum arasında bir paralellik olduğu düşünülür. Oysa yapmak istediklerini yapamadıkça sanatçıların içine düştüğü durum daha çok peklik sorunu çeken birinin kıvranmasını hatırlatıyor. İçindekileri zamanında bir yapıta dönüştürüp dışarıya veremeyince sanatçının birikimi kuruyor, büzülüyor, sertleşiyor, derinlere iniyor. Bir daha kolay kolay çıkamayacak hale geliyor."

Bu düşünce zamanında ona ilginç gelmişti. Oysa şimdi hiç de şiirsel görünmüyordu. Yine de öyküsünü tamamladı.

"Bedende ve evde atıkları biriktirmek arasında ilginç bir benzerlik kurulabilir. İnsanın aklında biriken düşüncelerle yüreğine çöken duygular paylaşılamadıkları, dışa vurulamadıkları zaman birikip sancıya, kokuşmaya neden olabilirler. İnsanın içinde çöp dağları birikebilir, onu tutsak alıp ezebilir."

Böyle bitirmek istemiyordu. Yazan için bir ışık eklemek istedi.

"Paylaşmaya başladığındaysa içindeki sertlik yumuşar, yaşam daha güzel görünmeye başlar. Sıkıntılar birer birer çıkıp uzaklaşır. Umut büyür. Kendine ve başkalarına bakışın değişir. Bir de bakarsın yapamadıklarını yapmışsın. Varmak istediğinden bile iyi bir yere ulaşmışsın."

Yazdıklarını bir kenara koydu. Yazan'ın bir arkadaşına rastlamasını, kendine güveni artmış olarak dönüp yeni bir başlangıç yapmasını umdu.







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder