Başı
çatlayacak gibi ağrıyordu. Oturuyor, kalkıyor, dolaşıyor,
uzanıyor, ne yaparsa yapsın bu korkunç sancı geçmiyordu.
"Yine
azdınız, değil mi?" diye söylendi.
Evde
yalnızdı. Yanıtlayan olmadı. Sessizlikte içindeki acının
gürültüsü daha da artıyordu. Radyoyu açtı. İnadına yüksek
sesli bir müzik odayı doldurdu. Kulağındaki çınlamalarla hemen
kapattı.
"Bu
inadı kesmezseniz sizi fena yaparım" diye kimliği belirsiz
düşmanlarını bir kez daha uyardı.
Bir
kitap aldı. Unutmaya, okuduklarına yoğunlaşmaya çalıştı. Ama
çok uzun sürdüremedi. Geçmek bir yana başını oymaya çalışan
burgu daha sert ve hızlı dönüyordu. Kalktı. Pencereye gidip
dışarı baktı. Parkta oynayan çocuklarla, çöpleri karıştıran
köpeklerle, kenarda sırasını bekleyen kedilerle, arabasıyla
yanaşarak kağıt atıkları toplayıp giden serbest temizlik
işçileriyle bir süre oyalandı.
Olmuyordu,
geçmiyordu tüm düşüncelerini aklından kovup yalnızca
kendisinin olmasını isteyen bu acımasız ağrı.
"Bakın
şimdi saldırıya geçiyorum, bu sizin son şansınız" dedi.
Koltuğa
oturup gazetedeki başlıklara göz attı. İyice canı sıkıldı.
Gördükleri hiç hoşuna gitmemişti. Bazı haberler sağlamken bile
onu hasta ediyordu. Yine söylendi, birilerine kızdı. "Bu
kadar da olmaz ki" diye bağırdı.
Artık
kendiliğinden normale dönebileceğine inancı iyice zayıflamıştı.
Eğer bir önlem almazsa başına saplı bu bıçak orada hep
kalacak, onu yere sermeden kesip gitmeyecekti.
Niye
bugünü bulmuştu bu güçlü saldırı? Aslında birkaç gündür
zayıf düştüğünü hissediyordu. Önce saçlarını tam
kurutamadan evden çıkmak zorunda kalmıştı. Epey rüzgar vardı,
üstelik çok serin, hatta soğuktu. Sonra epey gerilimli ve yorucu
bir gün geçirmiş, gücü iyice tükenmişti. Kahvaltı zaten pek
yapamıyordu, öğle yemeğine de gidememiş, arada atıştırdığı
kuru yemiş, bisküvi ve meyvelerle açlığını bastırmıştı.
Önceleri dayanılabilir gibi olan sancı bir an gelmiş, dünyasının
tümünü kaplamıştı.
"Siz
güzel sözden, tatlı dilden anlamıyorsunuz, bakın son kez
söylüyorum, beni zor kullanmaya mecbur etmeyin."
Artık
ne oturabiliyor, ne yatabiliyor, evin içinde kafese kapatılmış
yırtıcı bir hayvan gibi hızlıca yürüyüp duruyordu. Bir süre
daha dayanmaya çalıştı. Artık kesintisiz inliyordu.
"Peki"
dedi. "Siz bilirsiniz, madem geri çekilmiyorsunuz, alın
öyleyse."
Ağrı
kesici kutusunu açıp içinden bir hap çıkardı. Bardağa yarıya
kadar su koydu. Önce hapı ağzına yerleştirdi, ardından suyu
içti.
"Görürsünüz
şimdi siz" dedi.
....
Ahmet
Bey uzunca bir evlilikten sonra eşinden yeni ayrılmıştı.
Çocukları da yoktu. Bir süre epey zorlanmış, sonra yeni düzenine
alışmıştı. İşi, akrabaları, arkadaşları ve kitapları
yaşamında pek boşluk bırakmıyordu. Doğa, türlerin gelişimi,
sağlıklı yaşam ve tıpla ilgili yazıları okumaya meraklıydı.
Yayın dünyası geliştikçe ulaşabildiği bilgiler artıyordu.
İstediği konularda çok fazla kaynak bulabiliyor, öğrendikçe
okuduklarını anlaması ve yeni bilgilere ulaşması kolaylaşıyordu.
Düşüncelerden,
hele araştırmaya dayanarak varılan sonuçlardan çok etkilenirdi.
Çocukluğunda çok hasta olmasa, sürekli doktora götürülmese,
hatta bir iki önemsiz ameliyat geçirmese, belki de türlerin
kökenine, canlıların birbiriyle ilişkisine, doğanın dengelerine
bu kadar çok ilgi duymayacaktı.
İlk
ciddi hastalığını hiç unutmuyordu. Önce hapşırmış, sonra
boğazı gıcıklanmıştı. Önemsememişti. On yaşındaydı.
Okulda oynamak istiyordu. Belirtilere ateşi iyice yükselene dek
aldırmamıştı. Neredeyse yanar gibi eve geldiğindeyse artık çok
geçti. Tüm savunma sistemleri çökmüştü. Titriyordu. Hemen
giysilerini çıkarıp yatırmışlar, alkollü buzlu suya batırılıp
ıslatılan bezleri boynuna ve kasıklarına koyarak rahatlatmaya
çalışmışlardı. Çok kötü bir gecenin ardından sonuç
alamayınca hastaneye gitmişlerdi. Kısa bir muayeneden sonra
boğazına tahta bir çubuk uzatıldığında Ahmet korkarak geri
çekilmişti.
"O
da ne?" diye sormuştu.
"Boğaz
kültürü almamız gerekiyor, mikroplar seni ele geçirmiş, onları
tanımak için örnek alıp inceleyeceğiz" demişti doktor da.
Henüz
ilkokul öğrencisi olan Ahmet sağlık sistemiyle tanışmadığı
için kendisiyle dostça konuşan, açıklama yapan bir doktor
bulmanın ne büyük bir şans olduğunu bilmiyordu. Eğitim kalitesi
dikkate alınmadan yalnızca talep olduğu için tıp fakültelerinin
ardı ardına açılmasına henüz başlanmadığı için doktorların
hem meslek eğitimi, hem de etik açıdan daha standart bir öğrenim
görebildiği bir dönemde karşılaşmıştı doktoruyla.
Bu
yüzden Metin Bey'e mikrobunu sorduğunda bakteri ve virüslerle
ilgili ilk dersini almış, antibiyotiğin ne olduğunu ve nasıl
kullanılması gerektiğini öğrenmişti. Her hastalıkta uzmanlığı
biraz daha artmış, sonunda içindeki mikropları onu hasta eden
düşmanlar değil, bedeninin belirli işlevleri yerine getirmesini
sağlayan doğal dostlar olarak görmeye başlamıştı. İnsan da,
mikrop da canlıydı, yaşamaya çalışıyordu. Tehlike
belirginleşince elbette önlem almak gerekiyordu. Ama her durumda
hemen ilaca sarılmak doğaya saygısızlık olduğu kadar kendi
çıkarlarına da ters davranmaktı. Doğanın bir dengesi olduğu
gibi insan bedeninin de kendi korunma sistemleri vardı. Normalde
virüsler yalnızca bağışıklık kazanarak alt edilebiliyorlardı.
Bakteriler içinse hastalığa neden olduklarında uygun
antibiyotiğin doğru biçimde kullanılması gerekiyordu.
Ahmet
Bey konuyu iyi öğrenmişti. Hasta olduğunda çok kötü değilse
bir iki gün bekliyor, iyileşme belirtisi yoksa doktora gidip
antibiyotik gerekip gerekmediğini araştırıyor, ilaç verilirse de
mutlaka düzenli ve tedavi bitene kadar kullanıyordu. Düzensiz ve
eksik uygulamanın bakterileri güçlendirdiğini, hastalığın
başta biraz gerilemiş görünse bile daha ağır ve artık
tedavilere yanıt vermeyecek kadar güçlü döneceğini biliyordu.
Ne
yazık ki çoğunluk onun gibi duyarlı değildi. Antibiyotiklerin
ağrı kesici gibi belirtiler geçene kadar ve şeker gibi yaygın
kullanılması sonucu birçoğu etkinliğini yitirmişti. Ahmet Bey
Dünya Sağlık Örgütü'nün yaptığı bir uyarıyı da duymuştu.
Kısa bir süre sonra hastalıkların çoğu bilinen ilaçlara yanıt
vermez duruma gelecekti.
Ahmet
Bey'in bunda bir sorumluluğu olmayacaktı. O sonuna kadar doğal
yöntemlerle sağlıklı kalmaya veya iyileşmeye çalışıyor,
ancak gerekli aşamada başka çözümlere yöneliyordu.
Bedenindeki
bakteri ve virüsler de bu durumdan hoşnut olmalıydılar.
....
Yaşam
çemberinin yalın öyküsü.
Türler
ortaya çıkar, gelişir, silinir.
Canlılar
doğar, büyür, ölür.
İnsan
kendini ne kadar ayrı bir yerde görse de sonuçta evren filosunun
dünya gemisinde basit bir yolcudur.
Bakterileriyle
konuşan Ahmet Bey başkalarına aklını yitirmiş gibi görünebilir.
Antibiyotik kullanmamaya çalışması anlamsız bulunabilir. Patronu
hastalığı kendi direnciyle yenmeyi bekleyecek yerde ilaç alıp
hemen işinin başına dönmesini isteyebilir.
Oysa
canlılar bu dünyada ancak birlikte, doğal barışı koruyarak
yaşamlarını sürdürebilirler.
Doğa
böyle bir düzen kurmuştur. Evlerde hoş karşılanmayan karıncalar
topraktan silinirse zincirin bir parçası kopar. Kargalar leş
yemezse doğanın mezarlığının kapasitesi kısa sürede dolar.
Kurtlar avlanırsa ayılar gelir.
Dünyayı
kaplayan bu büyük resimde tüm canlılar doğaya ve birbirlerine
saygılıdır. Kendi işlevlerini yerine getirirler.
Bir
tek evrenin yaratılış sırlarını bildiğini iddia eden insan
doğaya meydan okur. Okyanusları, atmosferi, türleri bitirebilecek
kararları sorumsuzca alma hakkını kendinde görür. (1)
Türleri
bildiğini sanan bu tuhaf canlı ne kendi işlevlerini gerçekten
anlar, ne de başka canlıların haklarına saygılıdır.
Canlıların
tek ve gerçek görevi yaşamı savunmaktır.
İnsan
ölümü savunan tek canlıdır.
Ayakta
kalma gücü açısından çölde güç koşullarda bodur bir yaşam
süren kaktüsün Amazon'un yağmur ormanlarında göklere yükselen
bir ağaçtan daha önemsiz olduğu söylenebilir mi?
Ölüme
karşı yaşamı, baskıya karşı özgürlüğü, acıya karşı
sevinci, yalnızlığa karşı birlikteliği her yerde kendi gücü
oranında savunabilmek önemlidir. Karanlıkta bir ışık,
kuraklıkta bir damla, yoklukta bir umut olabilmek için.
İnsan
niçin önce insanlığın, sonra doğanın yüz karası olmak için
bu denli ısrarlıdır?
Ölüm
korkusu, bir gün mutlaka öleceğini bilmek, bunun bilincinde olan
tek canlı olmak mı onu yoldan çıkarmaktadır?
Oysa
asıl bunun onun doğanın bir parçası olduğunu anlayarak yaşama
olgunlukla bakmasını sağlaması gerekmez mi?
....
İnsan
ve bilinç arasındaki ilişki ne?
Madde
ve enerji arasındaki ilişkinin bir biçimi mi?
Ya
da aynayla aynadaki görüntü, suya atılan bir taşla üzerinde
oluşan dalgalar arasındaki?
İnsanla
bilinci arasındaki fark ne? Ölüm mü? Cansız bedende geride kalan
nedir? Bilinç dışındaki her şey midir?
Bu
fark yirmi bir gram mıdır? Yaşamın ağırlığı ne kadardır?
Yirmi bir gram mı? (2)
Yirmi
bir gram...
İnsan
bedeninde ne küçük bir ağırlık. Evrendeyse yok denebilecek bir
değer.
Madde,
bilinç, evrim ve ulaştığını sandığımız kusursuzluğun
sonunda insan nereye vardı?
Yaşayan
bir insanla yaşamayan arasında ne fark var?
İnsan
bedeninin soğuyup çürümesine dayanamadığı için mi mutlaka
ruhunu arayıp bulmak istiyor?
Çalışan
bir bilgisayarla onarılamayacak biçimde bozulmuş bir bilgisayar
arasında ne fark var?
Yirmi
birinci yüzyılın en ileri bilim merkezlerinde çalışan bilgi
yüklü bir araştırmacıyla Amazon ormanlarının gizli köşelerinde
yaşayan bir kabile üyesi arasında?
En
gelişmiş beyinle en güçlü bilgisayar arasında?
Tarih
boyunca gelişen insan artık gen teknolojileriyle, Higgs Bozonu'yla,
atomu bir araya getiren güçleri anlamakla uğraşıyor.
Bir
gün mutlaka öleceğini bilen tek canlı, nasıl yaratıldığını
anlamak için inanılmaz bir çaba harcıyor.
İnsanın
tasarlayıp ürettiği bilgisayarlar da bir gün nasıl doğduklarını
ve yaratıcılarını anlamak isterler mi?
....
Hâlâ
niye terk edip gitmiyorsunuz bedenimi? Tamam, elimden geleni yaptım.
Son ana dek bekledim. Tümünüzün, içimde düşman sandığım bu
varlıkların hepsinin o kadar da kötü olmadığını çoktan
anlamıştım. Yaşayabiliyorsanız yaşayın üzerimde dedim. Ama
artık bu ağrıya dayanamıyorum. Bırakıp gidin beni. Defolun. İyi
niyetimi kötüye kullanmayın. Bu kadarı da olmaz artık. Neredeyse
iki gündür başım çatlayacak gibi ağrıyor. Ya nedeni neyse
bulup geçirin bu dayanılmaz acıyı, ya da defolup gidin. Bakın
size bir ipucu vereyim. Sinüslerime yerleştiyseniz orada kalmamanız
gerekiyor. Siz orada durduğunuz sürece bu ağrı geçmez. İki
gündür kuşkulanıyordum zaten nezlemin geçmemesinden, kullandığım
kağıt mendillerin sayısından ve üzerilerindeki kan
damlalarından. Ama şunu bilin ki bu şekilde yaşamamın yolu yok.
Ya kendiliğinizden gideceksiniz, ya da ben sizi göndermenin bir
yolunu bulacağım. Bakın gerçekten size düşmanlık beslemiyorum.
Tamam, siz de doğanın bir parçasısınız, biliyorum, ama bu
dünyada benim burnum dışında yaşayacağınız hiç mi yer yok?
Ne zaman geldiniz, şimdiye dek birlikte ne kadar yaşadık,
bilmiyorum. İşte artık olmuyor. Katlanamıyorum. Gidin kendinize
başka yer bulun. Ya da size direnen bedenime izin verip kendinizi
kabul edilebilir sınırlara çekin. Yoksa bir savaş başlayacak.
Bunu bilin. İnsanın doğaya karşı çok güçlendiğini, türleri
acımasızca yok edebildiğini unutmayın.
....
Ahmet
Bey düşünmekten, başının ağrısından, bir türlü geçmeyen
nezlesinden, kağıt mendillerle burnuna karşı verdiği savaşlardan
yorgun düşmüş, yatağına çekilmişti.
Savaşını
farklı bir boyutta sürdürmek üzere kendinden geçti. Az sonra
odayı perdeleri titreten horultuları doldurmuştu.
1.
Mehmet Arat, Doğanın En Büyük Yanlışı İnsan,
http://blog.milliyet.com.tr/doga-nin-en-buyuk-yanlisi--insan/Blog/?BlogNo=352989
2.
Alejandro González Iñárritu, 21 Grams,
http://www.imdb.com/title/tt0315733/
Not:
Bakterilere karşı kullanılan ilaçlar yanlış uygulanmaları
nedeniyle yakın bir gelecekte tümüyle etkisiz olabilecekler. 18
Kasım 2012 Avrupa Antibiyotik Farkındalık Günü'ydü. Ayrıntılı
bilgi için http://www.antibiyotikfarkindalik.org adresine
bakılabilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder