18 Eylül 2015 Cuma

Bakterileriyle Konuşan Adam


Başı çatlayacak gibi ağrıyordu. Oturuyor, kalkıyor, dolaşıyor, uzanıyor, ne yaparsa yapsın bu korkunç sancı geçmiyordu.

"Yine azdınız, değil mi?" diye söylendi.

Evde yalnızdı. Yanıtlayan olmadı. Sessizlikte içindeki acının gürültüsü daha da artıyordu. Radyoyu açtı. İnadına yüksek sesli bir müzik odayı doldurdu. Kulağındaki çınlamalarla hemen kapattı.

"Bu inadı kesmezseniz sizi fena yaparım" diye kimliği belirsiz düşmanlarını bir kez daha uyardı.

Bir kitap aldı. Unutmaya, okuduklarına yoğunlaşmaya çalıştı. Ama çok uzun sürdüremedi. Geçmek bir yana başını oymaya çalışan burgu daha sert ve hızlı dönüyordu. Kalktı. Pencereye gidip dışarı baktı. Parkta oynayan çocuklarla, çöpleri karıştıran köpeklerle, kenarda sırasını bekleyen kedilerle, arabasıyla yanaşarak kağıt atıkları toplayıp giden serbest temizlik işçileriyle bir süre oyalandı.

Olmuyordu, geçmiyordu tüm düşüncelerini aklından kovup yalnızca kendisinin olmasını isteyen bu acımasız ağrı.

"Bakın şimdi saldırıya geçiyorum, bu sizin son şansınız" dedi.

Koltuğa oturup gazetedeki başlıklara göz attı. İyice canı sıkıldı. Gördükleri hiç hoşuna gitmemişti. Bazı haberler sağlamken bile onu hasta ediyordu. Yine söylendi, birilerine kızdı. "Bu kadar da olmaz ki" diye bağırdı.

Artık kendiliğinden normale dönebileceğine inancı iyice zayıflamıştı. Eğer bir önlem almazsa başına saplı bu bıçak orada hep kalacak, onu yere sermeden kesip gitmeyecekti.

Niye bugünü bulmuştu bu güçlü saldırı? Aslında birkaç gündür zayıf düştüğünü hissediyordu. Önce saçlarını tam kurutamadan evden çıkmak zorunda kalmıştı. Epey rüzgar vardı, üstelik çok serin, hatta soğuktu. Sonra epey gerilimli ve yorucu bir gün geçirmiş, gücü iyice tükenmişti. Kahvaltı zaten pek yapamıyordu, öğle yemeğine de gidememiş, arada atıştırdığı kuru yemiş, bisküvi ve meyvelerle açlığını bastırmıştı. Önceleri dayanılabilir gibi olan sancı bir an gelmiş, dünyasının tümünü kaplamıştı.

"Siz güzel sözden, tatlı dilden anlamıyorsunuz, bakın son kez söylüyorum, beni zor kullanmaya mecbur etmeyin."

Artık ne oturabiliyor, ne yatabiliyor, evin içinde kafese kapatılmış yırtıcı bir hayvan gibi hızlıca yürüyüp duruyordu. Bir süre daha dayanmaya çalıştı. Artık kesintisiz inliyordu.

"Peki" dedi. "Siz bilirsiniz, madem geri çekilmiyorsunuz, alın öyleyse."

Ağrı kesici kutusunu açıp içinden bir hap çıkardı. Bardağa yarıya kadar su koydu. Önce hapı ağzına yerleştirdi, ardından suyu içti.

"Görürsünüz şimdi siz" dedi.

....

Ahmet Bey uzunca bir evlilikten sonra eşinden yeni ayrılmıştı. Çocukları da yoktu. Bir süre epey zorlanmış, sonra yeni düzenine alışmıştı. İşi, akrabaları, arkadaşları ve kitapları yaşamında pek boşluk bırakmıyordu. Doğa, türlerin gelişimi, sağlıklı yaşam ve tıpla ilgili yazıları okumaya meraklıydı. Yayın dünyası geliştikçe ulaşabildiği bilgiler artıyordu. İstediği konularda çok fazla kaynak bulabiliyor, öğrendikçe okuduklarını anlaması ve yeni bilgilere ulaşması kolaylaşıyordu.

Düşüncelerden, hele araştırmaya dayanarak varılan sonuçlardan çok etkilenirdi. Çocukluğunda çok hasta olmasa, sürekli doktora götürülmese, hatta bir iki önemsiz ameliyat geçirmese, belki de türlerin kökenine, canlıların birbiriyle ilişkisine, doğanın dengelerine bu kadar çok ilgi duymayacaktı.

İlk ciddi hastalığını hiç unutmuyordu. Önce hapşırmış, sonra boğazı gıcıklanmıştı. Önemsememişti. On yaşındaydı. Okulda oynamak istiyordu. Belirtilere ateşi iyice yükselene dek aldırmamıştı. Neredeyse yanar gibi eve geldiğindeyse artık çok geçti. Tüm savunma sistemleri çökmüştü. Titriyordu. Hemen giysilerini çıkarıp yatırmışlar, alkollü buzlu suya batırılıp ıslatılan bezleri boynuna ve kasıklarına koyarak rahatlatmaya çalışmışlardı. Çok kötü bir gecenin ardından sonuç alamayınca hastaneye gitmişlerdi. Kısa bir muayeneden sonra boğazına tahta bir çubuk uzatıldığında Ahmet korkarak geri çekilmişti.

"O da ne?" diye sormuştu.

"Boğaz kültürü almamız gerekiyor, mikroplar seni ele geçirmiş, onları tanımak için örnek alıp inceleyeceğiz" demişti doktor da.

Henüz ilkokul öğrencisi olan Ahmet sağlık sistemiyle tanışmadığı için kendisiyle dostça konuşan, açıklama yapan bir doktor bulmanın ne büyük bir şans olduğunu bilmiyordu. Eğitim kalitesi dikkate alınmadan yalnızca talep olduğu için tıp fakültelerinin ardı ardına açılmasına henüz başlanmadığı için doktorların hem meslek eğitimi, hem de etik açıdan daha standart bir öğrenim görebildiği bir dönemde karşılaşmıştı doktoruyla.

Bu yüzden Metin Bey'e mikrobunu sorduğunda bakteri ve virüslerle ilgili ilk dersini almış, antibiyotiğin ne olduğunu ve nasıl kullanılması gerektiğini öğrenmişti. Her hastalıkta uzmanlığı biraz daha artmış, sonunda içindeki mikropları onu hasta eden düşmanlar değil, bedeninin belirli işlevleri yerine getirmesini sağlayan doğal dostlar olarak görmeye başlamıştı. İnsan da, mikrop da canlıydı, yaşamaya çalışıyordu. Tehlike belirginleşince elbette önlem almak gerekiyordu. Ama her durumda hemen ilaca sarılmak doğaya saygısızlık olduğu kadar kendi çıkarlarına da ters davranmaktı. Doğanın bir dengesi olduğu gibi insan bedeninin de kendi korunma sistemleri vardı. Normalde virüsler yalnızca bağışıklık kazanarak alt edilebiliyorlardı. Bakteriler içinse hastalığa neden olduklarında uygun antibiyotiğin doğru biçimde kullanılması gerekiyordu.

Ahmet Bey konuyu iyi öğrenmişti. Hasta olduğunda çok kötü değilse bir iki gün bekliyor, iyileşme belirtisi yoksa doktora gidip antibiyotik gerekip gerekmediğini araştırıyor, ilaç verilirse de mutlaka düzenli ve tedavi bitene kadar kullanıyordu. Düzensiz ve eksik uygulamanın bakterileri güçlendirdiğini, hastalığın başta biraz gerilemiş görünse bile daha ağır ve artık tedavilere yanıt vermeyecek kadar güçlü döneceğini biliyordu.

Ne yazık ki çoğunluk onun gibi duyarlı değildi. Antibiyotiklerin ağrı kesici gibi belirtiler geçene kadar ve şeker gibi yaygın kullanılması sonucu birçoğu etkinliğini yitirmişti. Ahmet Bey Dünya Sağlık Örgütü'nün yaptığı bir uyarıyı da duymuştu. Kısa bir süre sonra hastalıkların çoğu bilinen ilaçlara yanıt vermez duruma gelecekti.

Ahmet Bey'in bunda bir sorumluluğu olmayacaktı. O sonuna kadar doğal yöntemlerle sağlıklı kalmaya veya iyileşmeye çalışıyor, ancak gerekli aşamada başka çözümlere yöneliyordu.

Bedenindeki bakteri ve virüsler de bu durumdan hoşnut olmalıydılar.

....

Yaşam çemberinin yalın öyküsü.

Türler ortaya çıkar, gelişir, silinir.

Canlılar doğar, büyür, ölür.

İnsan kendini ne kadar ayrı bir yerde görse de sonuçta evren filosunun dünya gemisinde basit bir yolcudur.

Bakterileriyle konuşan Ahmet Bey başkalarına aklını yitirmiş gibi görünebilir. Antibiyotik kullanmamaya çalışması anlamsız bulunabilir. Patronu hastalığı kendi direnciyle yenmeyi bekleyecek yerde ilaç alıp hemen işinin başına dönmesini isteyebilir.

Oysa canlılar bu dünyada ancak birlikte, doğal barışı koruyarak yaşamlarını sürdürebilirler.

Doğa böyle bir düzen kurmuştur. Evlerde hoş karşılanmayan karıncalar topraktan silinirse zincirin bir parçası kopar. Kargalar leş yemezse doğanın mezarlığının kapasitesi kısa sürede dolar. Kurtlar avlanırsa ayılar gelir.

Dünyayı kaplayan bu büyük resimde tüm canlılar doğaya ve birbirlerine saygılıdır. Kendi işlevlerini yerine getirirler.

Bir tek evrenin yaratılış sırlarını bildiğini iddia eden insan doğaya meydan okur. Okyanusları, atmosferi, türleri bitirebilecek kararları sorumsuzca alma hakkını kendinde görür. (1)

Türleri bildiğini sanan bu tuhaf canlı ne kendi işlevlerini gerçekten anlar, ne de başka canlıların haklarına saygılıdır.

Canlıların tek ve gerçek görevi yaşamı savunmaktır.

İnsan ölümü savunan tek canlıdır.

Ayakta kalma gücü açısından çölde güç koşullarda bodur bir yaşam süren kaktüsün Amazon'un yağmur ormanlarında göklere yükselen bir ağaçtan daha önemsiz olduğu söylenebilir mi?

Ölüme karşı yaşamı, baskıya karşı özgürlüğü, acıya karşı sevinci, yalnızlığa karşı birlikteliği her yerde kendi gücü oranında savunabilmek önemlidir. Karanlıkta bir ışık, kuraklıkta bir damla, yoklukta bir umut olabilmek için.

İnsan niçin önce insanlığın, sonra doğanın yüz karası olmak için bu denli ısrarlıdır?

Ölüm korkusu, bir gün mutlaka öleceğini bilmek, bunun bilincinde olan tek canlı olmak mı onu yoldan çıkarmaktadır?

Oysa asıl bunun onun doğanın bir parçası olduğunu anlayarak yaşama olgunlukla bakmasını sağlaması gerekmez mi?

....

İnsan ve bilinç arasındaki ilişki ne?

Madde ve enerji arasındaki ilişkinin bir biçimi mi?

Ya da aynayla aynadaki görüntü, suya atılan bir taşla üzerinde oluşan dalgalar arasındaki?

İnsanla bilinci arasındaki fark ne? Ölüm mü? Cansız bedende geride kalan nedir? Bilinç dışındaki her şey midir?

Bu fark yirmi bir gram mıdır? Yaşamın ağırlığı ne kadardır? Yirmi bir gram mı? (2)

Yirmi bir gram...

İnsan bedeninde ne küçük bir ağırlık. Evrendeyse yok denebilecek bir değer.

Madde, bilinç, evrim ve ulaştığını sandığımız kusursuzluğun sonunda insan nereye vardı?

Yaşayan bir insanla yaşamayan arasında ne fark var?

İnsan bedeninin soğuyup çürümesine dayanamadığı için mi mutlaka ruhunu arayıp bulmak istiyor?

Çalışan bir bilgisayarla onarılamayacak biçimde bozulmuş bir bilgisayar arasında ne fark var?

Yirmi birinci yüzyılın en ileri bilim merkezlerinde çalışan bilgi yüklü bir araştırmacıyla Amazon ormanlarının gizli köşelerinde yaşayan bir kabile üyesi arasında?

En gelişmiş beyinle en güçlü bilgisayar arasında?

Tarih boyunca gelişen insan artık gen teknolojileriyle, Higgs Bozonu'yla, atomu bir araya getiren güçleri anlamakla uğraşıyor.

Bir gün mutlaka öleceğini bilen tek canlı, nasıl yaratıldığını anlamak için inanılmaz bir çaba harcıyor.

İnsanın tasarlayıp ürettiği bilgisayarlar da bir gün nasıl doğduklarını ve yaratıcılarını anlamak isterler mi?

....

Hâlâ niye terk edip gitmiyorsunuz bedenimi? Tamam, elimden geleni yaptım. Son ana dek bekledim. Tümünüzün, içimde düşman sandığım bu varlıkların hepsinin o kadar da kötü olmadığını çoktan anlamıştım. Yaşayabiliyorsanız yaşayın üzerimde dedim. Ama artık bu ağrıya dayanamıyorum. Bırakıp gidin beni. Defolun. İyi niyetimi kötüye kullanmayın. Bu kadarı da olmaz artık. Neredeyse iki gündür başım çatlayacak gibi ağrıyor. Ya nedeni neyse bulup geçirin bu dayanılmaz acıyı, ya da defolup gidin. Bakın size bir ipucu vereyim. Sinüslerime yerleştiyseniz orada kalmamanız gerekiyor. Siz orada durduğunuz sürece bu ağrı geçmez. İki gündür kuşkulanıyordum zaten nezlemin geçmemesinden, kullandığım kağıt mendillerin sayısından ve üzerilerindeki kan damlalarından. Ama şunu bilin ki bu şekilde yaşamamın yolu yok. Ya kendiliğinizden gideceksiniz, ya da ben sizi göndermenin bir yolunu bulacağım. Bakın gerçekten size düşmanlık beslemiyorum. Tamam, siz de doğanın bir parçasısınız, biliyorum, ama bu dünyada benim burnum dışında yaşayacağınız hiç mi yer yok? Ne zaman geldiniz, şimdiye dek birlikte ne kadar yaşadık, bilmiyorum. İşte artık olmuyor. Katlanamıyorum. Gidin kendinize başka yer bulun. Ya da size direnen bedenime izin verip kendinizi kabul edilebilir sınırlara çekin. Yoksa bir savaş başlayacak. Bunu bilin. İnsanın doğaya karşı çok güçlendiğini, türleri acımasızca yok edebildiğini unutmayın.

....

Ahmet Bey düşünmekten, başının ağrısından, bir türlü geçmeyen nezlesinden, kağıt mendillerle burnuna karşı verdiği savaşlardan yorgun düşmüş, yatağına çekilmişti.

Savaşını farklı bir boyutta sürdürmek üzere kendinden geçti. Az sonra odayı perdeleri titreten horultuları doldurmuştu.



1. Mehmet Arat, Doğanın En Büyük Yanlışı İnsan, http://blog.milliyet.com.tr/doga-nin-en-buyuk-yanlisi--insan/Blog/?BlogNo=352989

2. Alejandro González Iñárritu, 21 Grams, http://www.imdb.com/title/tt0315733/

Not: Bakterilere karşı kullanılan ilaçlar yanlış uygulanmaları nedeniyle yakın bir gelecekte tümüyle etkisiz olabilecekler. 18 Kasım 2012 Avrupa Antibiyotik Farkındalık Günü'ydü. Ayrıntılı bilgi için http://www.antibiyotikfarkindalik.org adresine bakılabilir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder